Çağları aşan böyle büyük bir şahsiyet ile aynı coğrafyada bulunmak bir onurdur bence ancak bu onuru hak etmek gerekir önce. Anlamadan olmaz hatta anlatmak da gerekir dürüstçe… Böyle insanları doğru anlamak ve doğru anlamak için de asgari bir bilgi birikimi ile düşünme bilincine de sahip olmak gerekir. Aksi halde “körlerin fil tarif ederken düştüğü duruma” benzer durumlar oluşur ki, bu durumları suiistimal edenlerin yalanları ile kandırılma gibi riskler oluşur.
*
Anlamaya çalışırken anlatma görevimi de yerine getirmek üzere, yurt dışından gelen misafirlerimi bazen işi, gücü bir yana bırakıp Mevlana’yı ziyarete götürürüm… 52 ülkede bulunmuş bir ihracatçı olarak en azından tanışmalarına vesile olurum. Böylece Mevlana’nın bir dönem aydınlattığı aynı coğrafyada yaşıyor olmam dışında bir de Mevlana ile aynı coğrafyadan gelmiş olmamın bana yüklediği sorumluğu yerine getirdiğimi düşünmenin huzurunu yaşarım… Dedelerim, Orta Asya’dan, Belh-Buhara coğrafyasından Hz Mevlana’nın babası Hz. M. Bahaeddin Veled ile birlikte yola çıkan kafilede Karaman’a gelip yerleşen bir aile. Bu yüzden Özbekistan-Afganistan-Tacikistan üçgeninde yaşayan Türklerle ayrı bir bağ hissederim.
*
Geçen Ramazan Bayramında çocuklarımı Özbekistan’a götürdüğümde kızım İrem Nur “…biz daha çok Kazaklara benziyoruz sanki, niçin Atayurdumuz diye Özbekistan’a geldik ki?…” diye sorduğunda, “…dedelerimiz yola çıktığında böyle devlet adları ve yapay sınırlar yoktu kızım, bu coğrafyanın tamamı Türkistan idi o zamanlar…” diye cevap verdim. Hatta merhum babamın adına açtırdığım su kuyusu için Afganistan’ın Şibirgan şehrinin bir köyünü tercih ettim.
*
Bu duygu durumu bana, Mevlana Celaleddin Rumi’yi doğru anlama ve doğru anlatma konusunda bir görev veriyor sanki. Mevlana’nın “bizi bilen bilir, bilmeyen de kendisi gibi bilir” sözü ise ayrı bir anlam kazanıyor; yaşadığı o çağdan taaa günümüze bu endişesi ile sesleniyor gibi. Yüzyıllar öncesinden “doğru anlayın beni” diye uyarıyor. Her birisi, filin bedeninde dokunduğu yer kadarını anlayan “körlerin durumuna düşmeyin” der gibi uyarıyor bizi…
*
Mevlana’nın bu uyarısını dikkate almak için yaşadığı, yazdığı, konuştuğu çağın koşullarını da öğrenmek ve buna ek olarak düşünce seviyesini de en azından anlamaya çalışmak gerekiyor bence. Bu kolay değil elbette, çünkü yaşadığı çağda Haçlı seferleri yetmez gibi bir de Moğol istilası vardı Anadolu’da… Olsun, yine de Mevlana’yı anlamak isteyen herkes aklını kullanma seviyesinde yükselmeye çalışmalı ve en azından mide bağırsak seviyesinden çıkıp, kalp-gönül seviyesinde düşünme kapasitesine ulaşmaya çalışmalıdır.
*
Aksi halde Mevlana’yı anlayamamak ya da yanlış anlamak kaçınılmazdır! Sonuçta peygamber değildir ve yanlışları da olabilir, bu yüzden gerçekleri dikkate alarak yansız, tarafsız düşünmek Mevlana gibi yüksek bir düşünürün de isteğidir. Objektif bir şekilde gerçekleri görmeden bir tür yandaşlık duygusu ile böyle yüksek şahsiyetleri övmeye çalışmak onların düşüncelerini ve manevi hatırasını alçaltır bence. Zira böyle yüksek şahsiyetler bizden övgü beklemiyorlar, bizden, onların nasihatlerini doğru anlamamızı ve yaşamımıza doğru uygulamamızı bekliyorlar.
Örneğin, tasavvuftaki “hiçlik” felsefesini Mevlana’dan öğrenirken “hiç” olma konusunda yeterince düşünmeyenler aslında doğru olan bir öğüt ile bile yanlış yollara sapabiliyor. Öyle ki; Allah katında bir “hiç” olduğunu anlaması gereken beşer türü, doğru zemine oturtamadığı “hiçlik” anlayışı ile dünyadaki diğer beşer karşısında da “hiç” olmaya başlıyor. Diğer beşer içinde dostlar olduğu kadar düşmanlar da var… Bizimkiler “hiç” olma yolunda yarışmayı marifet zannedince, diğerleri “hep” olmaya başlıyorlar ve dünya hakimiyetini elimizden kapıveriyorlar. Burada suçlu tasavvuf mu, Mevlana mı, “hiçlik” düşüncesi mi, yoksa aklını kullanma seviyesinde yaşadığı sorunu fark etmeyen ve hiçlik felsefesini anlayacak kadar düşünmeden yaşamına uygulamaya kalkışan beşer mi? Sizce hangisi?
*
Mevlana'nın güncelliğini kaybetmeyen öğütlerini günümüzde, 1996 yılında Celaleddin Bakır Çelebi tarafından kurulan Uluslararası Mevlana Vakfı’nı yöneten 22. kuşaktan torunları aktarıyor bizlere. Torunlar denilince, Anadolunun Moğollar tarafından işgal edildiği yıllarda yaşayan Mevlana’nın, Anadolunun İngiliz destekli Yunanlar tarafından işgal edildiği yıllarda yaşayan torunu Veled Çelebi’yi de tanımayı ve anlamayı önemsiyorum.
*
Kendisi ömrünü Türk dili araştırmalarına vermiş, Türk Dil Kurumu’nda çalışmalarını ölümüne kadar sürdürmüş bir araştırmacı. Yazılarında "Bahaî” mahlasını kullanan Veled Çelebi (İzbudak), Konya'da memurken “Türkçülük Hareketi” ile tanışmış, İstanbul'da “Türk Derneği”nin kuruluşunda Yusuf Akçura ve Necip Asım ile birlikte yer almış… 1. Dünya Savaşı başlayınca “Gönüllü Mevlevî Alayı”nda miralay rütbesiyle komutanlık yapmış. “Millî Mücadeleye katılmak için” İstanbul’dan Antalya yoluyla Anadolu’ya kaçıp, Ankara’ya ulaşmış. TBMM’de milletvekili olarak görev almış, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun kuruluşunda çalışmış.
*
Ümit Doğan’ın Mevlana Gerçeği adlı kitabında gördüğüm, Veled Çelebi’nin “Alp Uluğ Atatürk’e” adlı şiirinde geçen “Gün oldu ki taş yaslandın/ Karla toprak döşendin/ Yokluk içinde yılmadın/ Kara günlerde şendin/ Bütün dünya bir uğurdan/ Yurdumuza saldırdı/ Ne dövüşmekten usandın/ Ne kırmaktan üşendin” sözleri, Mevlana’yı doğru anlamak için zamanın ruhu ile birlikte torunlarını da anlamak gerektiğini gösteriyor ve Mevlana bezirganlarına karşı dikkatli olmayı öğretiyor.
*
Mevlana gibi çağını aşan ve her çağa ışık saçan değerlerimize rahmet dilerken, anlamadan kanan ve kandığı yalanları yayan körlerden olmamak duası ile işin aslını arayan herkese Konya’dan selam…