Her ne kadar hayata kendi inisiyatifimizle bakıyoruz dersek de aslında pekte öyle olmuyor. Günümüzün iletişim materyalleri, maalesef bizim bugün ne yiyeceğimizi ne giyeceğimizi hatta bugün neleri düşünüp konuşacağımıza onlar karar veriyorlar.
İnsanlığın başlamasından itibaren, birileri hep benim dediğimi yap, benim dediğime itaat et, benim dediğime inan telkinleriyle başkalarını yönlendirmek istemiştir. Hatta Hz. Adem cennette iblisin telkiniyle yasak meyveye meyletmişti. Bu da bize gösteriyor ki, ilk insanla başlayan bu telkin ediciler, son insan ölene kadar asla durmayacaklar.
Peki insanlar ister menfi ister müspet bu telkinlerden etkilenmeden özgün bir bakış açısına nasıl sahip olabilirler? Ya da bütün düşüncelerinin sadece kendi düşüncesi olduğunu nasıl savunabilirler?
Bir diğer konu ise, doğru yerde olanla yanlış yerde olanın ikisinin de kendisini gerçek doğru yerde olduğunu zannetmesi ve kendilerinin doğru yerde olduğunu gösterecek bahaneler ve deliller üretmeleridir.
Hayatın mayasıdır sevgi. Bütün gönüllerin kapısını açabilen tek anahtardır. Nesneye, fiile değer katan, yaşamayı anlamlı kılan en muhteşem hayat iksiridir. İnsana dair ne kadar eylem varsa hepsinin temel gayesini sevgi oluşturur.
İnsanı insanlığı yücelten de sevgidir, aynı oranda bütün kötü vasıfların kaynağı da sevgidir. Çünkü insan, sevgi neyin üzerine yansımışsa gönlünü ona açar. Bu yansımayı güzel hasletler üzerinde görenler, hayata güzel bir gözle bakarlar. Ağaçlarda, çiçeklerde, denizlerde, dağlarda, eşyalarda ve nitekim insanlarda hep sevginin yansıması oluştuğu için, hayatın hep güzel tarafını seyrederler. Bu da pozitif bir bakış açışı olur ve o kişi gittiği her ortama güzellik katar.
Diğer yandan sevgi yansımasını kötülük üzerinde görenler de aslında kendilerince yine en güzeli yapmaktadır. Başkalarına zarar vermeyi veya gittiği ortama negatif bir hava oluşturması onu rahatsız etmek yerine, sevdiği o havayı ve ruh halini başkalarına yansıttığı için mutluluk duyarlar.
Bizim ilk önce bu fikir harmanındaki yerimizi fark etmemiz gerekir. Bu da başkalarını anlamadan, tanımadan önce kendimizi tanımamız gerektedir. Hakikat karşısında nerede durduğumuzu anlamamız, hayata nerden baktığımıza ışık tutacaktır.
İnsana, hayata, topluma, siyasete, inanca bakışımız, tamamen durduğumuz yer ile alakalıdır. Kimin safında olduğumuzu anlamamız, ancak neyi sevdiğimizi, neyi sevmediğimizi bilmemize bağlıdır. Hakikatin tezahürünü doğru okumak, hakkın karşısında mı, yoksa yanında mı olduğumuzu fark etmemizle mümkündür. Zira herkesin gönlünde sadece sevdiğine yer vardır ve asla dokunulmayacak olan bir mahremidir.
İnsanoğlunun iki önemli zaafı vardır; sevdiğinde kusur, sevmediğinde meziyet göremez. (İmam-ı Gazali) buradan da anlayacağımız gibi, bu iki farklı bakışın birbirine olan mesafesi, aslında her iki tarafında mayasında sevgi olduğu halde, gönüllerine telkin edenlerin sözlerine kulak verdiklerinin ve kendilerince bir fikre sahip olamadıklarının bir göstergesidir.
Başta da söylediğimiz gibi ister güzellik adına ister kötülük adına sürekli olarak bize sevgiye olan zaafımızı kullanarak telkinde bulunan sesin, kimden geldiğini fark etmemiz hayatı fark etmemiz demektir.
Kendimize soracağımız en zor soru, biz içimizdeki hangi telkin edicinin sesine kulak veriyoruz?