İnsanın dünyaya gelme sebebi mutlu bir hayat yaşayabilmesi değildir. Nafakasını kazanırken ve yerken en iyisine en güzeline ulaşması da değildir. Sosyal statü olarak yüksek mertebelere ulaşması, zengin bir hayat sürmesi de değildir.
İnsanın dünyaya gelme nedeni, şu kısacık ömründe bulunduğu hal üzerine yaşayabileceği en güzel ahlakı yaşamak hem kendisine hem de başka insanlara faydalı olabilmek ve en önemlisi, kendisine hayat veren Rabbinin rızasına ulaşabilmek için gayret etmesidir.
Elbette ki hem beden hem de ruh sağlığı için mutlu bir hayat yaşamak herkesin arzu ettiği bir ihtiyaçtır. Fakat her yerde buna ulaşmanın imkânsız olduğu da bir gerçektir. Hal böyle olunca insana düşen ulaşabildiği kadar hedefine ulaşmak ve aynı zamanda ulaştığına yetinmesini bilmesidir.
Hayatta mutlu olmanın yolu sevdiğine ulaşmak gibi görülse de nefsin doyumsuzluğu belli bir süreden sonra o güzellikle yetinmeyecek ve daha fazlasını arzu edecektir. Sonu olmayan bir döngü içinde bitmeyen arzuların potasında ömür sermayesini eritecektir.
Oysa ki hayatta her olgu zıddıyla kaimdir. Güzellik çirkinliğin, iyilikler kötülüğün, sertlikler yumuşaklığın, ağırlıklar hafifliğin oranıyla anlam kazanır. Bu durumda diyebiliriz ki, mutluluk da mutsuzluğun oranıyla anlamlanır. Bu da bize mutluluğun kapısını açan anahtarlardan birisinin de mutsuzluk olduğunu gösterir. Evet mutlu olmak kadar, mutsuz yaşamayı da kabullenmek, insanın üzerinden büyük bir yükü kaldıracak ve o anın insana olan baskısını hafifletecektir.
Çalışma hayatın da durum bundan pek farklı değildir. Sevdiği işi yapan insanların oranıyla sevmediği işi yapanların oranı bir terazinin iki kefesinin de aynı dengede olduğu gibidir. Elbette ki sevdiği işi yapanların hepsinin hayatta çok başarılı olduğunu söylemek imkansızdır. Bu da gösteriyor ki, sevdiği işi yapmak insanı mutlu ve huzurlu etmeye yetmiyor. Fakat bireysel olarak çalışması da karşılıksız kalacak anlamına gelmez. Başarı ve huzur sevdiği işi yapanlardan çok, yaptığı işin hakkını vererek yapanlarındır.
İnsan dünyaya doğduğu yeri, anne babasını, içinde yaşadığı toplumu seçerek gelmiyor. Herkes kendisini bir toplumun bir ailenin içinde bularak hayat yolculuğuna başlıyor. Kimi zengin, kimi itibar sahibi bir ailede dünyaya gelerek hayata başkalarında çok daha ayrıcalıklı bir şekilde başlıyor olabilir. Bu o kişinin yaşantısında belki zenginliğin nimetlerini kullandığı için bir kolaylık gibi görülebilir. Fakat hakikat göründüğü gibi tecelli etmeyebilir. Çünkü herkes hayatının merkezine koyduğu değerler ile hayatını şekillendirecektir.
Hayat ince çizgi, öyle ki bir cambazın ip üzerinde yürümesi gibi. Cambazın elinde tuttuğu sırığın dengeli olması onu ipin üzerinde tutar. Sırığın yarısı sağında yarısı solunda olduğuna göre, insan hayata ne sadece sağdan ne de sadece soldan tutunabilir. Her ikisini de dengeli bir şekilde götürenler fazla yalpalamadan ayakta kalacaktır.
Allah dört yön ve bir o kadar da ara yön, aşağısın yukarısı gibi daha pek çok yön vermiş ki, bunların sadece bir tanesinden bakarak hayatı okumanın imkânsız olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnsana düşen durduğu yerin neresi olduğunu fark etmektir. Hayata baktığı yönün dışında yön kabul etmemek bütünü inkâr etmek olacaktır ve kendisine mutsuzluk kapılarını açacaktır.
Birlikteliklerde mutluluk aramak yerine, yanındaki insanların hayatta gördükleri farklı güzellikleri paylaşmanın yolunu seçmek en akıllıca yapılacak bir iştir. Mükemmel insan yoktur, ama mükemmel olma yolunda yürüyenler vardır. Toplum olarak acıdan, hüzünden beslenen bir yapıya sahip olduğumuz halde, keyifle dinlediğimiz şarkılarımızda, türkülerimiz de bile acıyı hüznü işlediğimiz halde, hayatımızın merkezine mutlu bir insan olma ölçütünü koymak ne kadar uyumlu, varın siz düşünün…