Kendime sormadan edemedim. Ben miyim aynanın karşısında ki ihtiyar, ben miyim şu saçı dökülmüş, saçı sakalı beyazlarla dolu olan, yüzü çiziklerle dolmuş kişi?
Koskoca ömür, bir nefes süratinde ne de çabuk geçiyormuş anlayamadım. Oysa dönüp arkama baksam, dedemi, ninemi, annemi babamı benim beşiğimi sallarken görüyor, söyledikleri ninnileri hala kulaklarımda çınlarken buluyorum.
Zaman bir yerden, bir yere doğru akıp gidiyor. Kimisi zamanın akıntısı içinde kendisini yeni bulurken, kimisi yolun sonuna geldiği için zaman içinden çıkıyor. Öyle tuhaf bir yolculuk ki, insanı sona doğru yaklaştırırken, beden elbisesini eskitiyor ama gönlü, ruhu dimağı daha da gençleştiriyor. Bu eskiyişi kabullenmek istemesek de, ruhumuz sonsuzluğu yaşamak için, ölümüne bir sevdaya düşüyor.
Her gönül, her yürek gizemler sandığı. Sırlar âlemlerde, sırlar yüreklerde. Kim kime açar da içini ifşa eder bilinmez. Ama insan sevgiyi de, aşkı da, nefreti de, kini de hep içinde yaşar. Bedenine bir elbise gibi giydiği bu melekeleri, süs diye takınmaz. Beden elbisesi ne kadar eskise de asla çıkarmak istemez. Hayat ötesinde ki sırlara vakıf olabilmek için, son defa gerçeğe soyunmak istese bile...
Dilenciyiz bu âlemde, öyle muhtacız ki hayata, sağlıklı bir şekilde nefes alıp vermeye, havaya muhtacız, suya muhtacız. Hayatımız dediğimiz şey, ihtiyaçlar yığını. Pejmürde bir dilenci olduğumuzun farkında bile değiliz. Zenginimiz de muhtaç, fakirimiz de. Bizim olmayan bir dünyada, bizim olmayan bir zamanda, bizim olmayan nimetlerin yoksunluğunu çekiyoruz. Öylesine bir emelle yaşıyoruz ki, hayatın emanet cebinden, bir şeyleri bendedip her şeyi hoyratça harcama telaşındayız.
Her insan hayattan farklı bir haz alır. Her şeyin en iyisini, en yenisini, en tazesini ister. Kendi eskimişliğini görmez, görmek istemez. Oysaki zaman, içinde taşıdığı bütün her şeyi eskitir. En tuhafı da her nesnenin, her meyvenin, her şeyin en olgun zamanı, en eski zamanıdır. Adına tecrübe dediğimiz bütün kazanımların bedeli, uğruna harcanan zamandır. Ve biz o zaman çizgisinde ne kadar eskimişsek, o kadar tecrübe kazanmış oluyoruz. Bütün hadiseleri kendi dimağımızda bir süzgeçten geçiriyoruz. Bu bakış açısına göre hayatı yorumluyoruz. Zaten hayatımız dediğimiz şey, bu yorumlarımızdan ibaret değil mi?
Günden güne eskiyorum. İlk ana rahmine düştüğüm an başladı ve o günden beri, durmadan eskiyorum. Öncesini bilmediğim bir âlemden geldim. Bir hayalden uyanır gibi hayatın içinde varlığımı hissettiğim çocukluk yıllarımdan, deli dolu gençlik yıllarıma bir mermi süratinde geldim. Hayatın tam ortasında buldum kendimi. Sonra bu hızlı günler, yağın ateşte eridiği gibi eriyip gitti. Şimdi bu tatlı rüyanın biteceği gerçeğine uyanmak... Bense daha fazla eskimek istemiyorum…
Aslında çok iyi biliyorum ki, benden önce gelenlerin hiç birisi kalmadı dünyada. Bu fani hayatın en gizli esrarında birisi, ebedi hayatın, ölümün ardına gizlenmiş olmasıdır. Tıpkı baharın, karlarla kaplı kışın altına, çiçeğin kuru dalların içine, gündüzün gecenin, gecenin de gündüzün ardına, varlığın, yokluğun ardına gizlendiği gibi, ebedi cennetlerde ölüm perdesinin ardına gizlenmiştir. Hiç ölmemek için, insanın bir defa ölmeye ihtiyacı vardır. Bu da ihtiyaçları noktasında insanın hep acz içinde olduğunu göstermektedir.
Yüreğimin feryadını artık dışarıdan bile duyabiliyorum. Ebedi bir hayatın tatlı hülyası süslüyor düşlerimi. İçimde ki boğuşan duygularımı dizginlemek o kadar kolay olmuyor. O geçiş sürecinin sancısı yakıyor içimi. Çünkü her an, biraz daha yaklaşmaktayım o zamana. Bense zamanı durdurmak ve daha fazla eskimek istemiyorum.