Şehrin arka sokakları ıssız değildi. Şehrin arka sokakları ışıltılı vitrinlerin süslediği caddelere göre daha tehlikeli, hiç değildi. Cadde üzerindeki mağazalar, arka sokakları çok tehlikeli bölge ilan ederek, aslında korkularını saklamak istiyorlardı. Çünkü müşterilerini kaçırmamak istemiyorlardı. Kendi çarklarının tıkır tıkır işlemesi için en güzel metot, fısıltı gazetesini devreye sokarak rekabet edeceği kesim hakkında yerli yerli bir korku üretmekti. Hayatın sadece vitrinlerin dünyası etrafında dönmesini sağlamaktı. Şehrin en güzel yerlerini, gezilen, tozulan ve şehrin ruhunu temsil eden değerlerin etrafını kuşatarak en çok dikkate alınması gereken, onlar olmalıydı.
Oysa şehirler sadece ışıltılı vitrinlerin bulunduğu caddeler üzerinden müteşekkil değildi. Madalyonun bir de arka tarafı vardı. Gerçek bir şehir her zaman ya arka sokaklarda ya da taşralarında nefes alıp veriyordu. Hayatın gerçeği o ışıltılara kanmayacak kadar gerçekti.
Bakkalı gerçek, terzisi gerçek, fırıncısı gerçekti. Sokakta oynayan çocuklar caddelerde değil, daha çok o arka sokaklarda mutlu, güvenliydi. İnsanları samimi, komşuluklar menfaatten uzak, gerçekten sen, gerçekten bendi.
Her şehrin elbette efendisi de olacaktı serserisi de. Ama ne garip ki efendilerin hoşgörüsünü fırsat bilen serserileri tutuyordu köşe başlarını ve olabildiğince de arsızlaşıyorlardı. Herkes tuttuğu köşe başını kimseyle paylamak istemiyordu. Aksine hırslarına kurban etmekten de çekinmiyorlardı.
Şehrin bir ruhu, bir ahlakı, bir karakteri, bir kültürü vardı. Ama köşe başı tutan herkesin elinde bir kalıp vardı ve bu kalıba uygun olanları var sayıyor, uymayanlar ise yok sayılıyorlardı. Kendi arzusuna göre çizdikleri sınırlar öyle kutsallaştırıyorlar ki ne şehrin ne de insanlarının ruhunun hiçbir kıymeti olmuyordu.
Ekonomiden siyasete, pazarından avm’lere hayatın her alanında ve şehrin her noktasında köşe başı saltanatı yaşanıyordu. Ne el becerisi ne bilgelik ne sanatkarlık artık eskisi gibi değerli değildi. Marifet insan kazanmak gibi gösterilse de asıl maksat insan harcamaktı. Hayatı bozuk para gibi gören bir zihniyet, kendince herkese bir bedel biçerek, hayatı ve şehri nizama sokmak derdindeydi. Sözü geçen hem şehrin hem de içinde yaşayanların kaderini kendisi çizdiği zannıyla ahkam kesmekteydi. Eğer ki herkes güzelliği sadece vitrinlerde bulmuş olsaydı, hiç şüphe yok ki o da hoyratça harcanacak ve ticari meta olmaktan öteye geçemeyecekti.
Artık içi boşaltılmış kavramların sahibi yoktu. Değerler o kavramların dışına itileli beridir, hayat her kafa için ayrı anlam teşkil ediyordu. Güzellik herkes için güzel değildi artık, çirkinliği marifet zanneden bir güruhun elinde en kötü ithamlara bile maruz kalabiliyor, iyilik enayilik, cehalet cesaretten sayılabiliyordu. Ahlak, adalet, sevgi, saygı gibi melekeler artık eski gelenek olmuştu.
Yeni dünyada maddeden başka bir güç kalmıyordu. Güç kimdeyse, itaat edilmesi gereken de oydu. Bir güç paylaşımı mı desek, yoksa güç kapma yarışı mı, şehrin ruhunu, örfünü adetini, kültürünü, kentsel dönüşümün müstakil evlerden oluşan mahalleri yıktığı gibi yıkıyordu. Evler daha büyük, daha gösterişliydi ama bir o kadar ruhsuz bir o kadar soğuktu. Çünkü betonlaşan bir şehir inşa edilirken, insanların ruhlarının da betonlaşması muhakkaktı.