İçi boşaltılmıştı en güzel değerlerin. Adı vardı, sayısız hatırası vardı, en güzel, en özel değerdi bir zamanlar. İnsanın üzerine yakışan en güzel elbiseydi, dillere düşmeden, gönüllerden düşmeden, menfaat denen taşa takılıp tökezleyip hoyrat gönüllerden düşmeden önce.
Sahi kim kaydırmıştı onun ayağını? Kimler göz dikmişti tahtına? Hangi çıkar için feda etmişlerdi?
Ya da hangi menfaat karşılığında kendisini bu elbiseden soyacak kadar, nasıl bir hırsın kurbanı olmuşlardı? Oysa o, hayatta her olgunun ayrılmaz bir parçasıydı. Onu taşıyan her şey saygı, sevgi, hürmet görürdü.
Sahi neydi edep? İçinde yaşadığın toplumun, örfüne, adetlerine, töresine, maddi ve manevi değerlerine uygun davranmak değil miydi? Ki bu değerlerin üzerinden pirim yapmak pahasına alaşağı ediliyordu? Yoksa herkesin ağzını süsleyen bu erdemin hayata tatbik edilmesi, sadece kendisinden başka herkese mi gerekiyordu?
Oysa “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” Diyen bir Peygamberin ümmetiydik. Utanmayı unuttuğumuzu, ahlak kavramını sadece belli birkaç harekete indirgediğimizi göremeyecek kadar gözlerimizin kör olduğunun farkına nasıl varacağımızı bile bilemiyorduk. Evet “Edep ya hu” diye yazılı tabloları duvara asarak, kendi nefsimizi edepli olduğumuza inandırmanın derdine düşüyorduk.
Toplumun genetik kodlarıyla oynamayı, gelenekleri görenekleri küçümsemeyi marifet zannetmek, bulunduğu makamı mevkiyi bu uğurda kullanmayı, insanları aldatarak onlar üzerinden maddi kazanç sağlamayı akıllılık olarak görmek, ticarette kazanmak için bütün yolları mubah görmek, örfe göre giyim kuşam tarzını, cesurluk kisvesi altında açarak yıkmaya çalışmak, kendi ayağımıza balta vurmaktan başka ne olabilirdi ki…
Herkesin fıtratına uygun davranması değil miydi esas olan. Bir annenin, anneliğinin hakkını vererek edepli, adaplı hem milletine, memleketine hayırlı bir insan yetiştirmesi gerekmez miydi? Bir babanın helal yoldan kazandığı rızkı ev ahalisine yedirebilmek için gayret etmesi gerekmez miydi? Eğitimde, öğretimde, ticarette, iş hayatında önceliğimizin, her şeyden önce yaptığımız işin ahlakına adabına göre davranmamız gerekmez miydi?
Sahi neydi edep? Yoksa kendimiz için istediğimizi komşumuz, kardeşimiz veya ihtiyaç sahibi için istememiz miydi? Acımızı, sevincimizi, kavgamızı, mücadelemizi birlik ve beraberlik içinde herkesin kendi sorumluluğunu yerine getirmesi değil miydi? Derdimizi paylaştığımız, yaralarımız sardığımız gibi sevincimizi de paylaşmamız mıydı? Toplum olarak düşeni kaldırmak, mazluma kol kanat germek, büyüğe saygıyı, küçüğe sevgiyi hak ettiği ölçüde göstermek miydi?
Sahi neydi edep? Konuşulması gereken yerde susmamak, susulması gereken yerde de konuşmamak mıydı? Olunması gereken olmak, gerekirse ölünmesi gereken yerde ölebilmek değil miydi?
Vicdanlarımıza cesurca sorabilecek ve cevabını kabullenebilecek miyiz acaba, edep yerli yerinde duruyor da biz edebin neresinde duruyoruz…