Zamanın acelesi yoktur. Kendisine çizilen yoldan, menzile doğru yavaş yavaş akar. İçinde yaşayanların acelelerinden habersizdir. Çağın iletişim ve ulaşım araçlarının hızıyla yarışanlar, hiçbir zaman o hıza yetişemeyeceklerdir. İnsan, zaman gibi yaşamaya alışmalı yavaş yavaş…
Beyhude bir yarışa zorlarken ihtiyaçlarımız ve mecburiyetlerimiz, hayatın küçük güzelliklerini ıskalıyoruz. Oysa ki o göremediğimiz küçük ayrıntıları, güzellileri biriktirebilsek, işte o zaman hayatımız gerçek anlamda, anlamlanacaktır.
Çağın sunduğu nimetlerin hızına yetişmek isteyenlerin çoğu, anın güzelliğine kısa süreli ulaşmayı başarsa bile her zaman geride kalmaya mahkumdur. Geride kalıp yetişmeye çalışmak ise zamanı olduğundan daha kısa hissetmesine ve çok kolay olan güzelliklere bile zaman ayıramaz hale gelmesine neden olacaktır.
Bekleyenler, yetişmeye çalışanlardan daha çok zamanı ve içindekileri hisseder. Oysa ki hayatta ne varsa bir zaman ve mekân dairesi içinde vücut bulur. Ne kadar hızlı yaşarsa yaşasın bir insan, vaktinden önce doğamaz, ölemez, yaşayacağı bir olayı yaşayamaz.
Aslında yaşantımızda bunun defalarca örneğini görmekteyiz. Ama niye hızlı bir yaşam, niye zamanla bir yarış içindeyiz, anlamak kolay olmasa gerek. Mesela hiçbir tohum toprağın bağrında filizlenmek için acele etmez. O kurumuş kütükleşmiş tohum zamanın, suyun ve toprağın ona yol açmasını bekler, sonra kabuğu çatlar. İçinden çıkan filiz ne üzerindeki kabuğu çatlamaya ne de toprağı delip güneşe ulaşmaya güç yetirebilir. Toprak, dokunmakla bile kırılacak bir filize güneşe ulaşsın diye gevşedikçe gevşer yol açar, önünde durmaz.
Tohum acele etmez filizlenirken, toprağın üzerine çıkarken, fidan olurken, ağaç olurken. Çünkü bilir hayat, yavaş yavaş doğmak ve yaşamaktır.
Modern hayatın sunduğu, hızlı ve sonu gelmeyecek hedeflere doğru çılgınca koşma hastalığı, belki de bugünün insanlarının en büyük imtihanı olsa gerek. Ne zaman ki insan yaşam hızını düşürür ve etrafında olan biteni fark eder, işte o zaman bunca koşuşturmanın yersizliğini anlayacaktır. Bu konuyu güzel hikâye ile özetleyelim
Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor tabiat şartlarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş.
Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden durmuşlar. Taşıdıkları yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış. Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade etmeye çalışmış:
“Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”
Evet hızlı yaşamanın bazı güzellikleri olabilir, ama zamanı, hayatı daha güzel kavrayabilmemizin yolu, yavaş yavaş yaşamak ve güzel erdemleri çoğaltarak hayatımız güzelleştirmektir.