Ekonomide sayıların dili soğuktur ama güven o dili ısıtır. Gelişmeler gösteriyor ki, Türkiye dış politika yanında içerideki güveni artırıp, küresel bağlar arasında yeni bir denge kurmak zorunda. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılı, bu dengeye göre şekil alacak zira. Ekonomik göstergeler bazen çok şey söyler, bazen hiçbir şey... Enflasyon, büyüme, kur, faiz… hepsi de tablolarda bir şeyler gösterir ama görüntünün anlam kazanması için güven gerekir. Halkın devlete, tasarruf edenin bankaya, harcama yapanın fiyatlara, yatırım yapanın sisteme, gençlerin geleceğe, yurdumuza yabancı sermaye getirenin ve aslında herkesin hukuka duyduğu güven…
*
Çünkü güven endeksleri sadece bir istatistik değil, toplumun psikolojisinin de göstergesidir. Tıpkı vücudun enerji noktaları gibi, Türkiye’nin, dünyanın jeopolitik akupunktur noktalarından birinde olduğunu söylediğim yazımdaki ki gibi; Yanlış yere batan iğne acı verir ya da zararlı yan etkilere neden olur, doğru yere batan iğne acı verse de şifa olur... Şifa olacaksa acıya katlanmak kolaydır.
*
Son açıklanan güven endeksleri, tüketicinin ve üreticinin geleceğe dair beklentisini gösteriyor. Ancak bu beklentiler, sadece ekonomik politikalara değil, toplumsal adalet duygusuna da bağlı olduğu anlaşılıyor. Bir ülkede liyakat erozyona uğrarsa, “adil rekabet” zayıflarsa, insanlarda kaybetme korkusu kazanma hevesinin önüne geçer. Oysa üretim heves ile birlikte cesaret ister. Üretim yapacak yatırımcılar ve girişimciler, ülkesine bugünüyle yarınıyla, ekonomi sistemiyle, siyasetiyle, hukukuyla her yönden güvenmek ister. Bu yüzden enflasyon rakamını düşürmek kadar, toplumun adalete ve istikrara olan inancını yükseltmek de ekonomik büyümenin gerekleri arasındadır. Aksi takdirde yatırım da üretim de “beklemede” kalır.
*
Türkiye coğrafi olarak doğu batı arasında bir köprü ancak ekonomik olarak eski dünyayı oluşturan 3 kıtanın kavşak noktasında. Bu nokta yeni dünyanın aktörlerine lazım bu arada. Doğudan batıya uzanan ticaret koridorları, enerji hatları, yatırım akımları ülkemizin üzerinden geçiyor; ancak bu geçişin kalıcı refaha dönüşmesi için yerel yapının güçlenmesi gerekiyor. Antalya’da turizm, Konya’da sanayi, Mersin’de lojistik, Kayseri’de, Gaziantep’te üretim… Hepsi bu küresel akıştan pay almak istiyor. Payı belirleyecek olan ise yatırım ortamının güven seviyesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir ülkeye para gelir, ama kalması için istikrar, sürdürülebilirlik, hukuk ve öngörülebilir bir siyasal atmosfer gerekir. Yani Türkiye’nin kavşak ve köprü oluşu, sadece demirle, betonla, inşaatla değil, güvenle kalıcı hale gelecektir.
*
Cumhuriyetimizin ilk yüzyılı, var olma ve kurumsallaşma mücadelesiyle geçti. Düşman açıktan saldırmasa da kafalarımızı karıştıracak yalanlar ile bizi birbirimize düşürmeye çalıştı. Aldığımız yaralarla 2. yüzyıla ulaştık. Şimdi fitne ve fesat, çatışma ve ayrılık tohumları eken o yalanlardan kurtulma, yolumuza güvenle devam etme zamanındayız. Cumhuriyetimizde ikinci yüzyılında öncelik kaliteyi ve güveni sağlamak olmalı: Kaliteli demokrasi ve güvenilir hukuk hukuk sayesinde Türkiye, hem Batı’nın tüketim ekonomisiyle hem Doğu’nun üretim dinamizmiyle daha güçlü temas kurabilir… Bu da sürdürülebilir kalkınmayı güçlendirir.
*
Bizim istediğimiz de bu değil mi, adalet ve kalkınma! Ama bu süreci başarılı bir sonuca ulaştıracak ve sağlıklı bir şekilde sürdürecek olan, kendi içimizde kuracağımız dengedir. Bu konuda yapılacak çok işimiz var elbette ama şu beş temel adım öne çıkıyor bence:
1. Güven mekanizmalarının güçlendirilmesi: Kurumsal şeffaflık, liyakat temelli yönetim, öngörülebilir ekonomi politikaları ve hukuki istikrar, yatırımcı kadar vatandaşa da güven vermelidir.
2. Yerel üretim kapasitenin artırılması: Küresel sermayenin sadece büyük kentlere değil, Anadolu’daki üretim merkezlerine, sanayi havzalarına ve turizm bölgelerine erişmesi sağlanmalı. Yabancı sermayenin borsa kağıtları ile banka faizlerinden kazanıp gitmesi yerine, yerel sanayilerin de “yatırımdan pay alıyor muyuz?” sorusuna evet diyebilmesi sağlanmalıdır.
3. Stratejik önceliklerin belirlenmesi: Türkiye’nin köprü rolü enerji, lojistik, tarım, teknoloji gibi belirli alanlarda somut projelere odaklanmalı. Bu alanlar hem istihdam yaratmalı hem de ihracat ürünlerimizde yükte hafif pahada ağır ürünleri artırarak, sürdürülebilir döviz girdisinde artış sağlamalı.
4. Ekonominin sosyal boyutunun güçlendirilmesi: Büyüme sadece GSYH rakamları ile değil, paylaşım adaletiyle ölçülmeli. Yani büyüme ile kalkınma arasındaki fark ortaya konulmalı; gençlerin istihdamı, kadınların üretime katılımı, bölgesel eşitsizliklerin azaltılması; gelir dağılımındaki adaleti artırmak için GINI katsayısının azalttırılmasını sağlayacak politikalar uygulanmalı ve güvenin toplumsal zemini geliştirilmeli.
5. En az, anayasamızı değiştirmek için gösterilen çaba kadar, tarım zengini ülkemizde tarım ve gıda ürünlerin tarladan şehre, üretenden tüketene ucuza ulaşmasını sağlayacak ve üreticinin de tüketicinin de sömürülmesini önleyecek şekilde bir Hal Yasası çıkarmak için de çaba gösterilmeli.
*
Bu beş adımı köprüyü güçlendirecek güven halatları gibi düşünebiliriz, bu ana halatları daha küçük bağlar ile de güçlendirmek gerekir tabi. Güven ile birlikte artan güç Türkiye’nin ekonomik omurgasını sağlamlaştırırken, küresel bağlantıların yerel faydaya dönüşmesini de sağlayacaktır.
*
Ekonomide güven endeksleri ne kadar düşük görünürse görünsün, ülkemizin, insanımızın enerjisi hâlâ yüksektir bence. Yeter ki yönetenle yönetilen, sermayeyle emek, yerelle küresel arasında güven temelli bağlar güçlensin.
*
Çünkü güven, sadece ekonominin değil; devletin, halkın, cumhuriyetin, demokrasinin, adaletin ve kalkınmanın damarlarında dolaşan hayati bir enerjidir. Eksik olması, yorgunluk ve isteksizlik getirir. Selam ve dua enerjimizi artırma çabasına.