ROMANYA’DAN SELAMLAR

Yılmaz SANDIKÇI

İlkokula başladığım yıl Arif abim 5. sınıftaydı, ben 5. sınıfa geçtiğimde o liseye başlamıştı artık ve yetişkin, tecrübeli birisi olmuştu benim gözümde. Bir gün “üniversite okuyup, masa başında bir iş sahibi olacağım” demişti. Çalışmayı tarlada ve inşaatta, masayı da okul müdürünün odası ile kahvehanede gördüğüm için “masa başında iş nasıl olur abi, sıkıcı olmaz mı?” diye sormuştum… “Ben masa başında oturarak çalışamam, hareketli bir işim olmasını isterim” demiştim. Hayalim, dua olmuş demek ki, gerçek oldu. 1989 yılından beri bir dış ticaretçi olarak hareket halinde, yollardayım. Hem de uluslararası yollarda, dünyanın dört bir yanında.

*

Bu sefer de ziyaret ettiğim 51. ülke olarak Romanya’dayım. Ekibim ile birlikte otomobil ile seyahat etmeye karar vermiştik, iyi etmişiz. Bulgaristan ve Sırbistan üzerinden Romanya’ya 20 saati bulan bir yolculuktan sonra ulaştık. Geçtiğimiz yollarda buralarda iz bırakan dedelerimizi andık. En çok dikkatimi çeken de Pasarofça şehrinden geçişimiz oldu. Çünkü tarih derslerinde okumuştuk. Hafızamızı tazeledik.

*

Pasarofça, Sırbistan-Romanya sınırına yakın ve bizim tarihimizin dönüm noktalarından biri olan “Pasarofça Antlaşmasına ev sahipliği yapmış” bir şehir. Ben direksiyonda olduğum için İsmail Can usta hemen Google’dan bakıyor; Osmanlı, 1699 tarihli Karlofça antlaşmasını ihlal eden Venedik’e karşı 1715 yılında savaş ilan ediyor ancak Avusturya, Osmanlıya karşı Venedik yanında tavır alınca Avusturya’ya da savaş ilan ediyor… Üç yıl savaştıktan sonra 1718 yılında, taraflar yeter artık! diyor ve Pasarofça şehrinde savaşı bitirmek üzere bir araya geliyorlar.

*

Pasarofça Antlaşması ile Osmanlı Sırbistan’ın kuzeyini, başşehri Belgrad’ı ve Banat yaylasını (şimdiki Romanya’nın güney batısı da dahil) Avusturya'ya vermeyi, Adriyatik denizine açılan Dalmaçya’yı (günümüzde Hırvatistan kısmen Karadağ dahil), Bosna ile Arnavutluk kıyılarını da Venedik'e vermeyi kabul ediyor. Mora Yarımadası ise Osmanlı’da kalıyor ancak burası da 1821 yılında Yunan ayaklanması ise elimizden çıkıyor… Bu bilgiler içimize sinmiyor ama yapacak bir şey yok. Çünkü tarih sadece tatlı anılar ile övünülecek bir ilim değil. Tarih acı, tatlı tüm anıları hep birlikte sebep sonuç bağlantılarını dikkate alarak sırasına (kronoloji) uygun anlatılan bir bilim olarak öğrenilirse işe yarıyor. Sami usta ve ekibimizin Z kuşağı Umutcan usta sessizce dinliyor şimdilik.

*

Her adımında tarihimiz olan, her adımı dedelerimizin anıları ile dolu olan bu coğrafyada yaklaşık 800 km otomobil sürmek anlatması uzun sürecek bir tecrübe gerçekten. Bu seyahat bana sosyal medyada dolaşan bir videoyu hatırlattı. Videoda bir kadın “Almanlar arabayı yaparken senin dedelerin ne yapıyordu?” diye bağırıyor, hem de iyi bağırıyor. Sesinin bu kadar yüksek ve hatta arsız çıkması yeterince düşünmediğini gösteriyor. Çünkü düşünerek konuşsa sorusunun yanlış olduğunu anlayacak ve bu kadar bağıramayacak. “Akıl fukara olursa dil ukala olurmuş” durumuna düşmeyecek. Yazık ki düşmüş işte çünkü tarihimizi ilim gibi anlatanlara kanmış, tarihi bir bilim olarak öğrenmeye çalışmamış!

*

Çocuklarımızın hafızasını ezber ile şişirirken düşünme ve zeka becerisini ezenlere, düşman yalanlarını tarih diye anlatanlara karşı, milletimizin zihin kodlarını korumak için yapılacak şey aslında çok basit; Peygamber (sav) efendimizin “aldığınız bir haberi veya malumatı, doğruluğunu sorgulamadan başkalarına aktarmak Müslümana yalan olarak yeter” ve “yalan ile iman aynı vicdanda durmaz” mealindeki hadis-i şeriflerini yaşamımıza uygulamamız yeterli. Ne kadar basit değil mi?

*

Bu kadıncağız veya benzeri yalanlara kananlar, “Almanlar arabayı yaparken dedelerin ne yapıyordu?” diye sorarken, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranları küçümsediğini zannediyor ama aslında Osmanlıyı yöneten dedelerimizi kast ediyorlar ancak cehalet çukurunun o kadar dibindeler ki; Osmanlıyı güya överken, gömüyorlar da farkına bile varmıyorlar… Allah herkese aklını hafıza yerine zeka ile kullanabilen torunlar nasip etsin. Amin.

*

Şöyle kısaca özetlersem demek istediğimi daha iyi anlatabileceğimi umuyorum; Avrupa’da ronesans ve reform çağından sonra her alanda sorgulama, araştırma arttı, bilgi çağı başladı. Akıl ve bilim toplumda değer buldukça, buluşlar ve gelişmeler hızlandı. İşte bu dönemde, kendiliğinden hareket eden bir otomobil, yani atların çekmediği bir araba yapma hayali 1680’lerden itibaren hayal olmaktan çıktı ve Hollandalı, İngiliz, Fransız ve Almanların başı çektiği bilimsel bir araştırma konusu haline geldi. Bir dizi akıl işi icadın uzun yıllar içinde geliştirilmesi sonunda da Almanlar 1886 yılında ilk arabayı yapma başarısına ulaştı.

*

Bu durumda “Almanlar araba yaparken, senin dedelerin ne yapıyordu?” diye sorarak Cumhuriyeti kuranları küçümsemeye çalışan birisi, aslında Osmanlıyı yönetenleri küçümsemiş oluyor.

*

Konya’dan 1800 km uzakta dedelerimizi rahmetle anarken, dedelerimizin kemiklerini sızlatan bu tip torunlara işin aslını nasıl anlatabiliriz diye düşünmeden edemiyorum. İşin aslını arayanlara, gerçeği söyleyenleri susturmayanlara, söylentilere kanmak yerine gerçeği anlamaya çalışanlara Romanya’dan selam ve dua ile.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.