
Yakup ÇAK
Ne bekledik ne bulduk…
Köyden şehre göçerken böyle hayal etmemiştik. Önüne geçilmez bir hal alan bu göçe zorlanmak, içimize sinmeyen öyle şartlar dayatıyordu ki, kabullenmek hiç de kolay olmayacaktı.
İmkânı olanlar çoktan gitmişlerdi şehre. Kışı şehirde geçirip yaz geldiğinde geliyorlar, ekin harman işini yaptıktan sonra tekrar şehre gidiyorlardı. Neredeyse beş on ailenin dışında herkes bu şekildeydi. Tabi hal böyle olunca köyde kış mevsiminde kalanlar azınlıktaydı. Okula giden beş on öğrenci vardı onlar da taşımalı sistemle şehre gidip geliyorlardı.
Köyde yaşam zordu, ama bu şekilde daha da zordu. Çünkü şehir hayatını gören gençlerin hiçbirisi köyde kalmak istemiyorlardı. Tarım ve hayvancılık yapanların haricinde neredeyse kimse kalmıyordu. İşin en tuhaf taraflarından birisi de artık köyde yaşayanlara zengin bile olsalar kız vermiyorlardı.
Çaresiz bu göç kervanına biz de katılıyoruz. İlk önce şehirde bir ev kiralamak gerekiyordu. Apartman dairelerinde sıkışıp kalmaya alışkın değildik. Sonra köydeki evlerimiz avlusuyla, bahçesiyle tuttuğumuz evin arsasından bile birkaç kat daha büyüktü. Ama alışmak zorundaydık.
Şehir hayatının verdiğinden çok daha fazla aldığından habersizdik. Bize konforlu bir yaşam sunuyordu, evet ama aldığı verdiğinden çok daha fazlaydı. Belki de en büyük kaybımız eş, dost, komşuluklarımızdı. Oturduğumuz apartmanda neredeyse bizim köyümüzde ikamet edenler kadar insan vardı, ama kimse birbirini tanımıyor, çoğu karşılaştıkları zaman selam bile vermiyordu. Birkaç kişi haricinde zaten neredeyse bütün apartman sakinleri çalışıyordu.
Modern binalar, asfalt yollar, hayatı kolaylaştıran yaşam merkezleri… Evet şehrin cazibe merkezi zannedersem bunlardı. Ama yaşantıya balkılarsa, herkesin boyundan çok daha büyük sorunlarla mücadele etmesi gerekiyordu. İş, aş herkesin hayatının merkezi haline gelmişti. Bir hafta boyunca kırılırcasına çalışacak, hafta sonu bazen bir günlüğüne, bazen o da olmadan dinlenerek geçirerek, yaşadığı konforun ücretini bu şekilde ödeyecekti.
Ama öyle görünüyordu ki, daha fazla kazanma, daha lüks ve rahat yaşama arzusu nedeniyle, kazanılanın yetmemesi ev halkının neredeyse hepsini iş alanına dahil etmişti. Farkında değildik, sosyal hayatın lüks dayatmaları, üretimin yerinin tüketimin alması, fertlerin bireysel kazancının aileye yetmemesi, aslında bizim şehre göçümüz, doğallıktan yapaylığa, topraktan betona, kendine özgülükten başkalaşmaya, köyden şehire ne yazlık ne kışlık olmadan açık araziden kapalı binalara, doğanın sesinden makina homurtularına, zenginlikten fakirliğe, efendilikten hizmetçiliğeydi.
Çağın iletişim gereçleri sayesinde, artık ne köylü ne şehirli ne doğulu ne batılı hiç kimsenin kendine has ne sesi ne sözü ne örf ve adetleri kaldı. Tek tip insanlaşmaya doğru farkında olmadan adeta bir nehrin denize koştuğu gibi koşuyoruz. Herkes sadece kendi içindeki dünyasında mahpus, hayallerinde bile özgürce kanat çırpamayacak kadar tutsak, yaşamak istemediği bir hayatı yaşamaya mecbur edilmiş, kendileri burada kafaları bambaşka diyarlarda dolaşan mecnunlar sürüsü, buna rağmen halinden memnunmuş gibi davranmak zorunda kalan zavallılarız.
Göçümüz ben olmaktan ötekileşmeye, yünden, pamuktan, ketenden naylonlaşmaya, kendi zevkine bile sahip çıkamadan, başkaldırının şekillendirmesiyle kılık kıyafet anlayışına, hoş onları da üstünüze yakıştıran artık gönlümüz değil, başka gözler ..
Artık sınırların en uç noktalarındayız. Gidebileceğimiz kadar gittik, uzaklaşabileceğimiz kadar kendimizden uzaklaştık
Sanayileşmek belki ekonomik olarak insanlara bazı nimetler sunuyor, ama maalesef insanları gıda gibi alanlarda tüketici durumuna düşürüyor. Tekelleşen bu sektörler sayesinde, insanların bütün kazancını temel ihtiyaçlarının üzerinden sömürülür hale getiriyor. Öyle görünüyor ki yıllar önce başlayan köyden şehre göçün, nihayete ereceği günler uzakta değil. Çünkü göçecek genç kalmadı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.