TUHAF BİR SINANMA

Öyle tuhaf bir sınanma içindeyiz ki, en mahrem gördüğümüz değerlerimizden vuruyorlar. Dilimize, dinimize, ahlakımıza, örfümüze, töremize dört bir yandan saldırıyorlar. Kavramlarımızın içini boşaltıyorlar, değersizleştiriyorlar en kıymetlilerimizi. Karşı çıksak hemen linç ediliyoruz, karşı çıkmasak, bugüne kadar doğru bildiğimiz her şey yanlışa yeniliyor. Öyle çabuk alışıyoruz ki bu yenilgiye…

Kerpiçten yapılan evimiz, betona yenildiği gün başladı, bu değişim. Önce üst üste konulan konserve kutusu misali evler, apartman oldu, ardından daha çoğu sıralandı üst üste. Site oldu, rezidans oldu. Biz topraktan uzaklaştıkça içinde oturduğumuz betonun mizacı nüksetti karakterlerimize. İnsana karşı, tabiata karşı diğer mahlukata karşı müthiş bir sertlik ve ruhsuz bir davranış sergiler olduk.

Dilimiz argoya ve yabancı terimlere karşı yeniliyor. Bizi en güzel anlatan kelimeleri seçiyorlar vurmak için. Öyle keşmekeş bir hale geldik ki ne yabancı ne Türkçe ne olduğu belli olmayan bir dil konuşuyor hale geldik. Ki aynı cümlenin bir kısmını kendi dilimizde okurken geri kalanını yabancı dille telaffuz ediyoruz. Karşılığı olmasına rağmen sırf başka bir dille yazmayı marifet zannederek katlediyoruz dilimizi. Bunu en çok halkın kalabalık bulunduğu yerlerde yaparak aslında dilimize açılan savaşa farkında olmadan biz destek veriyoruz.

Biliyoruz ki, bir toplumu maddi ve manevi zayıf hale getirebilmek için, ilk önce o topluma dilinin, dininin örf ve adetlerinin yeterli olmadığına inandırmak gerekir. Çünkü bu melekeler insanların birliği ve beraberliği için en kuvvetli argümanlardır. Bu değerlere kayıtsız şartsız sahip çıkan hiçbir toplum, başka bir gücün kendisine tahakkümüne müsaade etmeyecektir.

İnandığımız dinin birleştirici gücünün kırılması için, dini açıdan zayıf insanların yanlışlarını o dinin gereğiymiş gibi gündeme taşırken, aynı zamanda toplum önünde o kişilere daha fazla söz verilerek, o yanlışların ilk önce normalleşmesi sağlanıyor. Sonra sorunlar köpürtülerek hem dinin uluorta eleştirilmesi ve değerinin olmadığı fikrine inandırılıyor. Saldırılar çoğaldıkça her soruna bir cevap verme zorunluluğu zuhur ediyor ki, yetişmek imkânsız hale geliyor ve birçoğunu sadece seyrediyoruz. Aslında biliyoruz ki, bu kavgada savunmada kalarak, bu tür saldırılara cevap verebilmek zorunda kaldığımız için enerjimizi birleşmek yerine boşa harcıyoruz.

Ehil olmayan kişilere verilen yetkiler sayesinde farkında olmadan bizim birlik içinde olmamamız için çalışanların tezgahına su taşıyoruz. Cahil ile alimi tartıştırarak alimin değerini yerle bir ediyoruz. Sonra cahilden nasihat, ahlaksızdan ahlak, hırsızdan dürüstlük dersi almak zorunda kalıyoruz. Yarım doktor candan, yarım hoca imandan eder demiş eskiler. Ama biz kendimizi ifade edebilmek için çabalarken, bütün meydanı aynı güruha teslim ettiğimizin çok geç farkına varıyoruz.

İnandırılmış bir zayıflık, bir toplum ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun, kendisinden başka her güce itaat edecek hale gelmesi demektir. Aslında kişisel olarak hepimiz içimizde aynı umudu, aynı hayalleri taşımaktayız. Birbirimizle tekrar sarılıp, sırt sırta vererek bu kültürel saldırıya karşı koyduğumuz zaman, içimizdeki korkuların dağıldığını görecek ve zayıf olmadığımıza inanacağız.

Evet öyle tuhaf bir sınanma içerisindeyiz ki, kendi değerlerimizin insanlık için belki de tek kurtuluş yolu olmasına rağmen, ilk ikna etmemiz gerekenlerin kendi insanımız olmasıdır. İkna etmenin de tek yolunun, kökümüze sahip çıkmakla olacağına insanımızı yeniden inandırmaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.