Mustafa ÖZLÜK

Mustafa ÖZLÜK

İklim ve Ekonomi

Bu yılın bahar günlerinde Türkiye tarımı, uzun süredir görülmeyen büyüklükte bir don kıyımıyla yüz yüze kaldı. Geceleri sıfırın altına düşen hava, ülkenin dört bir yanında meyve ağaçlarından sebze tarlalarına dek geniş bir alanı kavurdu. Kayısıdan kiraza, üzümden cevize birçok ürün ağır yara aldı; bazı yörelerde neredeyse tüm ürün yok oldu. Üretici için bu, bir yılın emeğinin bir gecede silinmesi demek. Ne var ki yaşanan yıkım yalnızca üreticiyi değil, yurttaşı da yakından etkileyecek ve sofralara yeni bir fiyat dalgası olarak yansıyacak gibi duruyor. İklim değişikliğinin her yeni darbesi, tarımsal düzenimizi biraz daha kırılgan kılıyor.

Bu kırılganlık özellikle gıdaya erişim açısından önemli. Donun en çok etkilediği ürünlerin başında meyveler geliyor ve bu ürünlerdeki düşüş, iç pazarda kaçınılmaz bir daralmaya yol açıyor. Arz azalınca fiyatlar yükseliyor; yurttaşın tezgâhta daha yüksek tutarlarla karşılaşması şaşırtıcı olmayacak. Öte yandan ürünü yok olan üretici, borcunu çevirirken güçlük yaşayacak; yeniden ekim için borçlanacak, bu da tarımın genel sağlığını daha da zorlayacak. Her felaket, tarımdaki eskiden kalma aksaklıkları yeniden gün yüzüne çıkarıyor. Yaygın olmayan tarım güvenceleri, küçük üreticinin yalnız kalması ve ortak bir risk yönetimi düzeninin olmaması bunların başında geliyor.

Devlet bu yılki donun ardından destek ödemeleri yapılacağını bildirdi. Kuşkusuz bu önemli; ancak yıl be yıl yinelenen doğa kıyımları karşısında geçici yardımlar tek başına yeterli olmuyor. Tarım güvencesinin daha kapsayıcı olması, üreticiye uygun ödeme koşullarının sağlanması ve başvuru süreçlerinin kolaylaştırılması gerekiyor. Tarım siyasasının yalnızca felaket sonrasında değil, felaket gelmeden önce de üreticiyi koruyacak biçimde kurulması şart.

Bununla birlikte Türkiye’nin önündeki asıl büyük tehlike don değil; giderek kalıcı hâle gelen kuraklık. Yağış düzeninin bozulması, sıcaklıkların yıl yıl yükselmesi, barajlardaki suyun azalması ve yer altı sularının çekilmesi, ülkenin birçok bölgesini su kıtlığıyla yüz yüze bırakıyor. Bu durum yalnızca tarım için değil, kentlerde yaşayan milyonlarca insan için de büyük bir risk anlamına geliyor. Su kaynaklarının tükenmesi, verim kaybı, toprağın nem dengesinin bozulması ve artan çölleşme tehdidi artık uzak bir gelecek uyarısı değil; günlük yaşamı etkileyen katı bir gerçek.

Bilim insanları Türkiye’nin çölleşme riski taşıdığını daha 1970’li yıllarda uzaydan çekilen görüntülerle dile getirmişti. Aradan geçen yıllar bu uyarıyı daha da belirginleştirdi ve ülke bugün hızla “su yoksulu” sınıfına doğru ilerliyor. Kuraklık artık dönemsel değil; önümüzdeki yılların en önemli ekonomik ve toplumsal sorunu olacak. Bugün bazı ürünlerin fiyatlarının 100–200 liraya varmayacağına yönelik öngörüler yapılabiliyor olabilir; fakat kuraklık bu hızla sürerse bu tutarlar bile düşkün bir iyimserlik olarak kalabilir. Çünkü su olmadan ne üretim, ne ekonomi ne de toplum ayakta kalabilir.

Kuraklıkla savaşım, yalnızca devletin değil, tüm halkın ortak çabasıyla başarıya ulaşabilir. Öncelikle su yönetiminin bilim temelinde yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Pek çok bölgede hâlâ vahşi sulama yapılıyor ve su yitimi akıl almaz boyutlarda. Damla sulama gibi çağcıl yöntemler yaygınleşmeden suyu korumak olanaksız. Bunun yanında yağmur suyu biriktirme düzenleri, gri su kullanımı, küçük göletler ve yer altı setleri artık birer seçenek değil; zorunluluk.

Bir başka önemli konu da kuraklığa dayanıklı tarım anlayışı. Türkiye’de hâlâ çok su isteyen bitkiler, su sıkıntısı çeken yörelerde ekiliyor. Bu durum hem üreticiye hem ülkenin ekonomisine yük oluyor. Daha az su isteyen bitkilerin özendirilmesi, kuraklığa dayanıklı tohumların desteklenmesi ve bilinçli ekim planlaması yapılması büyük önem taşıyor. Aksi hâlde su baskısı arttıkça üretim pahalılaşacak ve bu pahalılık yurttaşın sofrasına doğrudan yansıyacak.

Toprak erozyonu ve çölleşme tehlikesi de göz ardı edilemez. Birçok bölgede toprağın diriliği azalıyor, organik yapısı düşüyor. Toprak güçsüzleştikçe aynı ürünü yetiştirmek için daha çok su gerekiyor. Bu nedenle toprağı koruyan yöntemlerin güçlendirilmesi, örtü bitkisi uygulamalarının yaygınlaştırılması ve toprağa besleyici katkıların artırılması gerekiyor.

Tüm bu tablo, yalnızca tarımın değil, bütün toplumun düşünmesi gereken bir durumu ortaya koyuyor. Evlerdeki su kullanımının azaltılması, kaçakların giderilmesi, gereksiz tüketimin önlenmesi gibi küçük adımlar bile ülkenin su dengesine katkı sağlayabilir. Ancak bunun kalıcı olabilmesi için geniş bir bilinçlenme çalışması gerekiyor.

İklim değişimi artık kaçınılmaz bir gerçek. Bugün yaşadığımız don felaketi, yarın kapımızı çalacak daha büyük kuraklık tehlikesinin bir habercisi. Eğer bugünden önlem alınmazsa, yarının gıda tutarları, üretim yetisi ve suya erişim konuları çok daha ağır bedeller doğurabilir. Bu nedenle tarım siyasasının uzun soluklu bir iklim çizgisiyle bütünleştirilmesi, su kaynaklarının ulusal bir güvenlik konusu olarak görülmesi ve toplumun her kesiminin bu konuda bilinçlendirilmesi zorunludur.

Bugün hâlâ zamanımız var; fakat bu zaman sınırsız değil. Donun vurduğu bahçeler yeniden yeşerebilir; ancak yitirilen su kaynaklarını ve kuruyan toprağı geri getirmek mümkün değil. Türkiye’nin geleceğini korumak için akılcı, bilimsel ve sürdürülebilir bir yol izlememiz gerekiyor. Halkın, üreticinin, tüketicinin ve devlet kurumlarının el ele vermediği bir düzenin başarı şansı yok. Çünkü bu savaşım yalnızca bugünü değil, gelecek kuşakların yaşam hakkını da ilgilendiriyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.